GiRiS....

1839 a kadar Türk Milletini delikanlica savas meydanlarinda durduramayan, yenemeyen barbar ve geri kalmis Batililar careyi; icimizdeki cürükleri kendi cikarlari dogrultusunda egitmekte ve kullanmakta buldular. Kullandiklari insanlara "JÖNTÜRKLER" denildi. Bunlar; Ingiliz ve Fransizlar tarafindan, Osmanliyi icten yikmak icin madden destekleniyor ve kullaniliyorlardi. JönTürkler; Türk Imparatorlugunun temel yapisina sinsi sinsi girerek, Osmanli Devletini icerden zehirledi. Tanzimat, 1. Mesrutiyet, 2. Mesrutiyet, vs..bu satilmislarin ürünü idiler. 1907 yilindan sonra ise; Osmanli imparatorlugunu kullanma ve sömürme isine Almanlar sahip ciktilar. Enver Pasa, Ingiliz ve Fransizlarin terkini ve Almanlarin kucagina oturmayi 30.000 Alman Altini karsiliginda baslatti. 1907 yilindan 1922 yilina kadar Alman sömürgesi idik. 1922 yilinda Ingiliz ve Fransizlarla yapilan gizli bir anlasma ile T.C. Devleti kuruldu ve 1943 yilina kadar Ingiliz ve Fransiz sömürgesi olarak yasadik. 1943 yilinda ABD ile yapilan anlasma ile, ABD sömürgesi yapildik. Genel Kurmayimiz, Dünyanin hicbir yerinde görülmemis olan arsivleri acmama islemini yaparak, Türk Milletinin bu satilmislik gerceklerini saklamak mi istemektedir. Evrensel hukuka göre arsivler 25 yildan fazla kapali tutulamaz. Bizim arsivlerimiz ise halen bizlerden saklanilmaktadir. Devletlerarasi yapilan anlasmalarin hepsini, bizde olmasa bile, bizimle anlasma yapan ülkelerin arsivlerinde bulmak mümkündür. iste bu dis arsivlere dayanarak, bize ögretilen TÜRK TARiHiNiN yalan oldugunu -hakli olarak- iddia edenler vardir. Bu Site deki makalelerin geneli sahsima ait degildir. Geneli alintidir. Kendime ait olanlarin altinda "mim" imzam vardir. iyi okumalar, irdelemeler ve arastirmalar dilegimle. mim

18 Şubat 2007

Vatan Haini Tanzimatcilar

On soruda Türk Masonluk tarihi Üstad-ı Azam Celil Layiktez’in açıklamaları Masonları bir kere daha kamuoyunun gündemine oturttu. Oysa bu konuda bilinmeyen öyle çok şey var ki...
18 Şubat 2007 13:47
Yazı boyutunu büyütmek için

Salih MERCAN'ın yazısı
Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası Üstad-ı Azamı Celil Layiktez’in gazetelere yansıyan beyanatı, dikkatleri yakın tarihin karanlık sayfalarına yöneltti. Layiktez’e göre Masonların, Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’nun harekátında önemli bir payı bulunuyor. Hatta Abdülhamid’i tahttan indirme kararını tebliğe gönderilen 5 kişinin tamamı Masondu (biz 4 kişi diye biliyorduk). Masonluk kapalı bir kutu. Belgeler neredeyse yok gibi. Masonluğun Türkiye serüvenini inşa etmek için pek çok parçayı itinayla toplamanız gerekiyor. Bu yazıda Masonlukla ilgili bazı soruları kısaca cevaplandırmaya çalışacağım. (Kuşkusuz bilgilerimizin hemen tamamen Mason kaynaklarına dayandığı unutulmamalıdır, zaten başka türlüsü de mümkün değildir.) 1. Türkiye’de ilk Mason teşkilatı ne zaman, nasıl kuruldu ve kapatıldı? Osmanlı Devleti sınırları içinde ilk Mason locası, Lale Devri’nin zevk çılgınlığı içerisinde kurulmuştur. 1721 yılında Galata’da, Arap Camii civarında açılan loca, 1748’de I. Mahmud tarafından kapattırılmış ve Masonluk yasaklanmıştır.
2. Bilinen ilk Türk Masonu kimdir? Paris’e giden ilk Osmanlı Büyükelçisi Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin oğlu Said Çelebi, kayıtlarda adı geçen ilk Türk Masonudur. Sadrazamlığa kadar yükselmiştir. İlginç olan nokta, ilk Türk matbaasının kurucusu olan İbrahim Müteferrika’nın adının da Mason olarak geçmesidir. 3. Osmanlı Devleti’nde Masonlukla ilgili bulunan ilk belge hangisidir? Andrea Rizopoulos’un Fener Rum Patrikhanesi Arşivi’nde bulduğu bir belge, Fransız Masonlarına ait bir ayin metni olup Rumcaya yapılan bir çeviridir ve 1747 tarihini taşımaktadır. 4. Yeniçerilikle Masonluk arasında herhangi bir bağlantı var mıydı? Yeniçeri Ocağı mensupları, Hacı Bektaş Veli’yi pir sayar ve Bektaşi olduklarını iddia ederlerdi. (Gerçi Mevlevi Yeniçerilere rastlamak da mümkündü.) Bektaşilerin, dini konuları biraz geniş yorumladıkları malum. İşte 1826’da II. Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırırken, onun dışarıdaki uzantısı ve üssü olarak bilinen Bektaşi tekkelerini kapattırıp Nakşilere devrederken, bir süredir yeniden palazlanan Mason localarının faaliyetleri göze batmış, bu yüzden bir tür Bektaşi kabul edilerek kapatılmışlar, mensupları ise sürgüne gönderilmiştir. Böylece Mason localarını kapatan ikinci padişahın adı da garip bir tesadüfle Mahmud olmuştur. 5.Tanzimat bir Mason darbesi miydi? Özellikle sağ kesimde Tanzimat’ın bir Mason hareketi olduğu tezi, yaygındır. Buna en güçlü kanıt olarak Tanzimat’ı ilan ettiren Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’nın Masonluğunu gösterirler. Elimizde bunu kanıtlayacak somut bir belge bulunmamaktadır. Ancak onun döneminde Mason teşkilatlarına göz kırpıldığını ve 1839’dan sonra verdiği gayri resmi izinle Masonluğun Türkiye’de gelişmeye başladığı inkár olunamaz. Bu süreç, 1854-56 Kırım Harbi yıllarında doruğuna ulaşacaktır. Sonuç olarak Tanzimat’ın bir Mason darbesi olduğu söylenemese de, Masonluğun Türkiye’deki modern tarihinin başlangıcı olduğu gerçektir. 6. V. Murad Mason muydu? Masonlara göre, evet. Masonluğa girdiği yer: Kadıköy. Tarih: 20 Ekim 1872. Abdülmecid’in Murad dışında iki oğlu, Nureddin ve Kemaleddin de aynı törenle Masonluğa girmişlerdi. Kaldı ki, Abdülhamid’in Çırağan Sarayı’na kapattırdığı V. Murad’ı kaçırmak için Masonlar tarafından iki teşebbüs yapılmıştır. Birincisi Ali Suavi tarafından (20 Mayıs 1878’de başarısızlıkla sonuçlanmış), ikincisi Skalyeri-Aziz Bey Komitesi tarafından (24 Haziran 1878’de ortaya çıkarılmıştır). 7. Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve öldürülmesi bir Mason operasyonu muydu? Abdülaziz döneminde Masonlar, Abdülmecid dönemindeki rahat çalışma ortamını bulamamışlardı. Onları sıkı bir takibe aldıran Abdülaziz, göz açtırmıyordu. Bu yüzden Mithat Paşa, Ziya Paşa gibi Masonlar tarafından kurulan ve yönetilen bir cunta eliyle 1876 Mayıs’ında tahttan indirilmiş ve birkaç gün sonra Feriye Sarayı’nda ölü bulunmuştu. Bileklerini keserek intihar ettiği söylendi ama Masonlar dahil kimse bu yalana inanmadı, isteyen Celil Layiktez’in makalesinde suicide, ‘intihar’ kelimesinin yanındaki soru işaretine (?) bakabilir. Amaç, Mason yapılan V. Murad’ı tahta çıkarmaktı. 8. II. Abdülhamid Masonlarla nasıl mücadele etti? II. Abdülhamid işe Mithat Paşa’yı sürgüne göndermekle başladı ve iktidarı Mason hakimiyetinden kurtarmayı başardı. Hatta bu yüzden Proodos Locası Üstad-ı Muhteremi Kleanti Skalyeri tarafından öldürülmek istendi. Masonları, sıkı kontrol altına alan Abdülhamid, Masonluğun ne olduğunu, amaçlarını ve güçlerini gayet iyi biliyordu ve bu yüzden körü körüne üzerlerine gitmedi. Daha incelikli bir siyaset takip ederek kontrolü altında aldı. Zaman zaman gizli localara baskınlar düzenletip belgelerini ele geçirtmekle birlikte İstanbul’daki İngiliz locasına cömert bağışlarda bulunduğu da biliniyor. Amacı, Avrupa’da kralları ve parlamentoları nüfuzu altına almış bulunan Masonluğu kışkırtmadan kendi istediği yönde kullanmaktı. Hatta yerli bir Mason locası kurup başına geçmek istediği yolunda bir rivayet Mason çevrelerinde yaygındır. Aslında yapmak istediği, Masonları kullanmaktı. Tabii bu, Masonluk için affedilmez bir suç demekti. Cezası da aynı şekilde ağır olacaktı. 9. Hareket Ordusu bir Mason organizasyonu muydu? Masonluğun Jön Türk devrimine hizmeti gizli saklı bir konu değil. 1901-1908 arasında Makedonya locasında Masonluğa kabul edilen 188 kişiden 23’ünün 2. ve 3. orduya mensup Osmanlı subayları olduğunu biliyoruz. Hareket Ordusu’nun bir kısım subaylarının ve Talat, Manyasizade Refik ve Cavid Beyler gibi İttihatçı önderlerin Masonlukları gerçek olmakla birlikte, mesele Masonlar tarafından kast-ı mahsusla abartılıyor. Sebebi ise basit: Modern Türkiye’nin doğuşu sayılan Jön Türk iktidarını sahiplenmekle bu ülkenin gerçek kurucularının kendileri olduğu mesajını vermiş oluyorlar. Masonlar, İttihatçıların 1910’dan sonra dizginleri ellerine alma çabaları karşısında bu defa onların da aleyhine dönecek ve Osmanlı’nın parçalanmasına yöneleceklerdir. 10. Atatürk Mason muydu? Bu soruyu sorduk ama görüyorsunuz yerimiz tükendi. Üstelik kısaca cevaplanamayacak kadar önemli bir soru bu. Bu yüzden cevabını gelecek hafta vereceğiz.
Alinti: Star

16 Şubat 2007

TSK ve TERÖR

'Ordu malı' bombaya soruşturma yasağı Danıştay'a düzenlenen saldırıyla ilgili Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davada, bombaların nereden ve nasıl temin edildiğinin araştırılması talebi reddedildi.
16 Şubat 2007 12:02
Yazı boyutunu büyütmek için
Danıştay saldırısı öncesinde Cumhuriyet'e atılan bombaların ordu malı olduğu ortaya çıkmıştı. Makine Kimya Endüstrisi, Emniyet'e gönderdiği yazıda, üç bombanın Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na ait olduğunu belirtilmişti. Mahkeme, soruşturmanın genişletilmesi talepleri olmaması halinde, esas hakkındaki mütalaasını hazırlaması için dosyanın Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmesini kararlaştırdı. Danıştay 2. Dairesi üyelerine yapılan silahlı saldırıyla ilgili davanın yedinci duruşmasına saldırgan Alparslan Arslan'la birlikte 7 tutuklu sanık ve avukatlar katıldı. Mahkeme başkanı Orhan Karadeniz, talimatla ifadesi alınan tanıklar Abdurrahman Yıldırım, Burhan Gül ve Turgay Özdoğan'ın açıklamalarını okudu. Arslan'ın ortağı olan avukat Gül, yargılanan Ayhan Parlak'ın abisi İlhan Parlak'ın icra davalarını takip ettiğini ve dava dosyalarını avukat Turgay Özdoğan'a devrettiğini belirtti. Cumhuriyet'e atılan bombalarla ilgili tanıklık yapan Abdurrahman Yıldırım ise gazeteye yakın bir mesafede patlama sesi duyduğunu, bu sırada kendisine doğru 3 kişinin koştuğunu gördüğünü kaydetti. Yıldırım, ifadesinde, "Şahıslardan birini belinde silah tutuyor gibi gördüm. 155'i arayıp şahısların eşkali ve olay konusunda bilgi verdim." dedi. Duruşmada sanık Süleyman Esen'in avukatı Mehmet Ener, Cumhuriyet Gazetesi'ne atılan bombalarla ilgili inceleme yapılmadığını hatırlatarak, araştırma talep etti. Ener, "Müvekkilim hakkında bombaları temin ettiğine yönelik maddi delil yoktur. Sanık Alparslan Arslan, bir ara 'Bombaları Süleyman verdi' demiş, sonra da Esen'in asker eniştesinden temin ettiğini iddia etmiştir. Ancak Arslan bu iddialarını daha sonra yalanladı. Bombaların 1975-1978 yıllarında Milli Savunma Bakanlığı'na ait olduğu ifade edildi. Bombaların nasıl ve nereden temin edildiği araştırılsın." şeklinde konuştu. Sanık Esen ise devletin belirlediği kanunlar çerçevesinde avukatlık yaptığını, iddia edilen saldırılara karışmadığını belirterek tahliye talep etti. Başkan Karadeniz, avukat Eren'in 'bombaların kaynağının araştırılması' ile Danıştay başkanlığı vekili Canan Sibel Özkan'ın soruşturmanın genişletilmesi yönündeki taleplerinin reddine karar verildiğini bildirdi. Sanıkların tutukluluk halinin devamına karar verilerek, duruşma ileri bir tarihe ertelendi. ZAMAN

13 Şubat 2007

Neden Kizil Sultan ?

'Abdülhamid’in mezarını ateşe vereceğiz!' * Mustafa Armağan
m.armagan@zaman.com.tr
“Eğer Filistin'de Müslüman Arap unsurunun faikiyetini [üstünlüğünü] muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden, dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz.” 10 Şubat’ta vefatının 89. yılında rahmetle andığımız Sultan II. Abdülhamid’e ait olan yukarıdaki sözler 1895’de yazılmış hatıra defterine. O günden ne kadar net görmüş bugünleri, değil mi? Evet, tam da dediği gibi, Filistinli dindaşlarımızın ölüm kararı oldu İsrail devletinin kurulması...
Yalnız üzerinde güneş batmayan İngiliz emperyalizmine karşı mücadele vermekle kalmadı II. Abdülhamid; aynı zamanda Ermeni çeteleri ve lobilerine, Siyonist örgütlere, iç ve dış Masonlara, velhasıl Memalik-i Osmaniye’yi bölüp parçalamak isteyenlere karşı cansiperane ve destansı bir direnişti onunkisi.
Filistin’in “en zayıf halka” olduğuna yürekten inanıyordu; nitekim dediği gibi de çıktı. Filistin’in Akdeniz-Hint Okyanusu-Kızıldeniz düğümünün merkezi olduğu, 1919’da İngiliz emperyalizminin teorisyenliğine soyunan Halford Mackinder’in tarihî itirafında deşifre edildi. Mackinder’e göre Filistin toprakları, Asya-Afrika-Ortadoğu arasında vazgeçilmez bir adaydı ve İngiliz emperyalizminin petrol üzerindeki hakimiyeti sürdüğü müddetçe desteklenmesi gerekiyordu. Şimdi anlıyoruz emperyalizmin Filistin’i neden bu kadar çok istediğini ve yine şimdi anlıyoruz Sultan Abdülhamid’in Filistin’i emperyalizme kaptırdığımız zaman başımıza nelerin geleceğini öngören sözlerini. Gün geldi, küresel İngiliz hakimiyeti iflas etti ve satılığa çıktı: Zaten Harb-i Umumi’de Amerikalı şirketlerden kovalar dolusu borç almış, tamtakır hazinesiyle dev bir küresel iskelet halini almıştı. ABDli alacaklılar, müflis emperyalizmi de devraldılar ‘mecburen’! Ve petrol savaşı yeniden kızıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın hesabı dürülürken, Orta Doğu’dan İngilizler sureta çekiliyor ve ardından İsrail devleti doğuyordu. Amerika, İngilizlerin rolünü olduğu kadar İsrail’in hamiliğini de devralacaktı. Zira onun daha büyük hesapları vardı petrolle ve bu bölgenin denetimi ve birleşmesinin engellenmesi, bir mecburiyetti. İsrail bombaları sınır çizgilerini yeniden yakıyor, kavuruyor. Filistin ve Lübnan tarihlerinin yeni bir kanlı sayfasında yaşıyor. Kuzey Irak sınırımızda İsrailli komutanlar Peşmergelere eğitim yaptırıyor. Ve herkes gibi biz de tarihte yaşamış o tek adamı hatırlıyoruz. Sıkışık durumdaki hazinesini milyonlarca sterlinle “rahatlatmaya” hazır olduklarını söyleyerek yanına kadar sokulan ve kendilerine başlarını sokacak bir arazi vermesini isteyen Theodore Herzl’e Abdülhamid’in söylediği aşağıdaki sözler bir asır sonra bile diken diken etmeye yetiyor tüylerimizi: “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime emanettir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O, bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. [Böyle bir toprak parçası bizden kopartılmak istense bile o toprağı kanlarımızla kaplarız ve yine bizim toprağımız olur.] Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehid düşmüşlerdi. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana aid değildir, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Museviler milyonlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin‘i karşılıksız bile ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.” Siyonistler kendilerine Filistin’den toprak satması için bir değil, tam beş kez ikna girişiminde bulundular. Hepsinde yüz geri edilince anladılar ki, o başta kaldıkça Orta Doğu’ya “huzur” gelmeyecek(!).Siyon Yurdu’na giden altın yol, Abdülhamid’siz açılacaktır. Yahudi diasporasının Abdülhamid’e güttüğü kin o kadar derin ve köklüdür ki, Guantanamo’da aylarca esir kalan İbrahim Şen, Vakit’in kendisiyle yaptığı söyleşide ilginç itiraflarda bulunmuştu. Meğer Guantanamo’daki sorgulara İsrailli hahamlar da katılıyormuş. Hatta bu Guantanamo mahkûmu, sorgulardan birisinde Yasef isimli bir Yahudi komutanın vücuduna elektrik verirken kendisine, “Türk terörist, merak etme az kaldı. Irak, İran ve Suriye’den sonra sıra Türkiye’ye de gelecek. Kadınlarınız hizmetçilerimiz, erkekleriniz de kölelerimiz olacak. İstanbul’a geldiğimizde ilk olarak dedeniz Abdülhamid’in mezarını ateşe vereceğiz” dediğini aktarıyordu. II. Abdülhamid 24 Nisan 1909’da tahttan indirildi, vefat ettiği 10 Şubat 1918’de ise Jön Türklere devrettiği, yüzölçümü neredeyse 5 milyon kilometrekareye ulaşan koca imparatorluk kayıplara karışmış sayılırdı. “Hürriyet kahramanı” Enver Paşa’nın 1 Kasım 1918 Cumartesi gecesi saat 23.00’de bir Alman istimbotu ile kurtarmaya kalktığı ülkeden kaçmadan evvel, yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya yaptığı şu acı itiraf, İttihatçıların nasıl büyük bir oyuna geldiklerini geç de olsa fark ettiklerini göstermektedir:
“Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız, Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık! Siyonistlere alet olduk ve onların hıyanetine uğradık!”
Yıllar geçtikçe haklılığı daha iyi anlaşılan “Son Sultan” II. Abdülhamid’in bütün mücadelesini, bir yandan kurtlarla dans edip ülkeye zaman kazandırmaya, öbür yandan ülkenin yetersiz altyapısını gelmesi kaçınılmaz emperyalist kıyamete hazırlamaya ve insan gücünü yetiştirmeye teksif etmişti. İlk denizaltı gemilerimizi donanmaya kazandırması da, imparatorluk sathında binlerce okulu açması da bu gayenin yansımalarıydı. Çobanlara bile okul açtırmasını, mezuniyet törenlerine hediyeler göndererek memleket evlatlarını okumaya teşvikini ancak bu gaye çerçevesinde anlamak mümkündür. Ona kızanların öfkesini anlıyoruz. Osmanlı’nın postunu pahalıya deldirmişti emperyalizme. Acısız bir ameliyatla gövdeyi paylaşacaklarını düşünenlerin, bu paylaşımın onun gayretleriyle ertelenmesi ve Birinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca Avrupalının ölümüyle sonuçlanması karşısında öfkelenmelerinden daha doğal bir şey olamazdı. Dinmeyen öfkelerinin sebebi budur. Tabii Kızıl Sultan iftirasının da... İyi güzel, anlıyoruz İngilizin, Fransızın, Yahudinin, Ermeninin, Masonun şunun bunun hıncını. Peki bizim içeridekilere ne oluyor? Onlar da mı ülkeyi erkenden bölüp parçalatmadığına kızıyorlar yoksa? Orta Doğu’da haritaları yeniden çizme tartışmalarının yapıldığı şu günlerde dikkatle okumamız gereken bir kitap gibidir Sultan II. Abdülhamid’in 33 yıllık iktidarı. Ben bu direnişe, sessiz Çanakkale diyorum. Şehitsiz, gazisiz, topsuz, tüfeksiz Çanakkale... Yok, yok, bir şehidi var bu sessiz Çanakkale’nin. Hem de hakkı yenmiş, garip bir şehidi: O şehid, Abdülhamid’in ta kendisidir. Rahmet onun üzerine yağsın...

11 Şubat 2007

'alın size derin devlet'

Bir 'alın size derin devlet' yazısı
'Derin devlet yok' diyenleri ' Konya'da 12 Eylül öncesi yaşananların haksız çıkaracağını yazan Yavuz Donat, darbeyi tetikleyen mitingin perde arkasındaki esrarengizlikleri yazdı:
11 Şubat 2007 12:46
Yazı boyutunu büyütmek için

Al sana derin devlet Kimse karnından konuşmasın, Türkiye'de "derin devlet" var. "Dün" de vardı, "bugün" de var. Derin devlet olayını "isimli, resimli, örnekli, tanıklı" olarak ve "özetleyerek" anlatacağız. Gerekirse "örnekleri çoğaltırız." Yine gerekirse "günümüzden örnekler" sunarız.. OLAY- 1 Çok yakında 30 Ağustos 1980... Öğle saatleri. Yer Konya Orduevi. Vali Lütfi Tuncel ile Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler, Ordu Komutanı Org. Bedrettin Demirel'in konuğu. Keçeciler: -Paşam bu anarşi nasıl önlenecek? Org. Demirel: - Reis bey çok yakında önlenir, merak etme. - Nasıl önlenir paşam? - Önleyeceğiz... Nasıl önleneceğinin kurallarını da koyacağız... Yakında görürsünüz. OLAY- 2 Geliyorum diyen ihtilal 2 Eylül 1980... Sabah saat 09.00. Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler, Konya Milletvekili (AP) Prof. Şaban Karataş Ankara'da, Başbakanlık konutundalar. Keçeciler: - Sayın Başbakanım. Alaaddin Camii'nin duvarı çatladı. Sizden destek istemeye geldim. Demirel: - Vakıflar'a, Hazine'ye, Bayındırlık'a derhal emir veriyorum... Gereken yapılacak. Başbakan: - Reis bey benim de sizden bir ricam var. Keçeciler: - Emriniz olur sayın Başbakanım. - Hoca'ya (Prof. Erbakan) selam söyleyin. Meclis'ten erken seçim kararı çıksın... Askeri tutamıyorum... Erken seçim kararı alınırsa ihtilal önlenir. - Benim de duyum ve endişelerim var. - Reis bey, Hoca üzerinde ağırlığınızı kullanın, ihtilali önleyelim. OLAY- 3 2 Demirel 2 Eylül 1980... Öğleden sonra. TBMM'de, Milli Selamet Partisi Genel Başkanlık Odası. Odadakiler: Prof. Erbakan, Oğuzhan Asiltürk, Şevket Kazan, Recai Kutan, Süleyman Arif Emre. Ve Mehmet Keçeciler. Mehmet Keçeciler: - Muhterem Hocam, bazı şeyleri arzetmek istiyorum. Prof. Erbakan: - Buyrunuz. Keçeciler: 1. Hocam 6 Eylül'de Konya'da yapılacak Kudüs mitingi iptal edilsin. 2. Kudüs'e asker gönderilecekse beni 1'inci sıraya yazın. 3. Ama miting bizim başımızı belaya sokar. 4. İhtilal geliyor. Oğuzhan Asiltürk: - Ordu sağcı-solcu diye 2'ye bölündü... İhtilal falan olmaz. Prof. Erbakan: - Madem Konya istemiyor, Kudüs mitingini Kayseri'de yapalım. Oğuzhan Asiltürk: - Ama zaman yok... Konya'da yapmaya mecburuz. Prof. Erbakan: - Mehmet bey, ihtilal olacağını kimden duydunuz? Keçeciler: - 2 Demirel'den... Önce Org. Bedrettin Demirel söyledi, sonra da Başbakan Demirel. Başbakan Demirel'in adını duyan hoca Prof. Erbakan birden sinirlenir: - Bizi askerle korkutuyor... Miting yapılacaktır... 6 Eylül'de Konya'da. Keçeciler de sinirlenir: - Öyleyse ben de artık sizin belediye başkanınız değilim. OLAY- 4 İstifa mektubu 3 Eylül 1980. Mehmet Keçeciler Konya'ya döner ve MSP İl Başkanı Ali Güneri'ye "istifasını" verir. İstifanın "mitingden sonra açıklanması" kararlaştırılır. Keçeciler "miting günü" Konya'da bulunmak istemez. Ama Vali rica eder: - Konya'dan ayrılma. Org. Demirel de: - Seni tanıyorum, bir yere gitme. OLAY- 5 Sahipsiz afiş 4 Eylül 1980. Konya'da, Ordu Komutanlığı Karargahı'nın karşısına dev bir afiş asılır: - "Şeriat İslam'dır." Org. Demirel, Belediye Başkanı Keçeciler'i arar: - Bu afişi asacak başka yer kalmadı mı? - Paşam, ben astırmadım. Derhal indiriyorum. Afiş indirilir. Ve afişi kimin astırdığı da bulunamaz. OLAY- 6 Derin devletin deli kadrosu 6 Eylül 1980. İhtilal sebepleri arasında sayılan meşhur Konya mitinginin sabahında, Belediye Başkanı Keçeciler, şehri dolaşmaya çıkar. Ve kentin "kimseye zararı olmayan, halkın harçlık verdiği" delileriyle karşılaşır. Örneğin Deli Kazım, Deli İsmail. Esnafın "sabah erkenden dükkânıma uğrarsa işlerim rast gider" dediği Deli Mustafa. Yine zararsız delilerden "İbibik Selahattin." 40-50 deli. "Yeşil cüppeleri" giymişler, başlarında "yeşil sarık", ayaklarında "çizme", Konya sokaklarında "şeriat istiyorlar." Keçeciler: - Lan Mustafa, bu kılık kıyafet ne böyle? - Reis abi, reis abi bizi giydirdiler. - Kim giydirdi? - Birileri giydiriverdi... İyi olmuş mu reis abi? Konyalı delileri "kimlerin giydirdiği" hiç öğrenilemedi. OLAY- 7 5 bilinmeyenli denklem 6 Eylül 1980... Öğleden sonra. Milli Selamet Partisi'nin Konya Mitingi'nde tam İstiklal Marşı okunacağı sırada... "Arkalardan 5 kişi" bağırmaya başlar: - İstiklal Marşı değil, ezan istiyoruz. 5 kişinin "gazetelerde resmi çıkar." Ama bu 5 kişiyi "Konya'da tanıyan, bilen yoktur." Mehmet Keçeciler hemen savcılığa başvurur: - Bunların bulunması ve haklarında soruşturma açılmasını rica... Aradan 27 yıl geçti. Bu 5 kişi "hala kayıp." Ve son not: 12 Eylül ihtilalinden sonra MSP yönetimi "hapse atıldı." Keçeciler Ordu Komutanı'nın isteğiyle "bir süre Belediye Başkanlığı'na devam etti."
Sonra Ankara'ya, "Başbakan Yardımcısı Turgut Özal'ın Danışmanlığına" atandı. Sabah

05 Şubat 2007

Sultan Abdulhamid´in sakli yüzü

MUSTAFA ARMAĞAN

Sultan Abdülhamid, zamane yöneticileri gibi devlet hazinesinden yiğitlik yapmaz, her yıl çocukluğundan beri biriktirdiği şahsi hazinesinden bir miktar parayı borcunu ödeyemediği için hapse düşenleri kurtarmaya tahsis ederdi.
Dedem Mustafa Armağan’ın yengesi Hamide Nine, evimize yatılı misafir olarak geldiğinde bizi etrafına toplar, hatıralarını anlatır, ancak konu maaşların masraflara yetmediğine gelince, takılmış plak gibi, “Ah, Sultan Hamid devrinde bolluk bereket vardı. O gittikten sonra her şey pahalandı.” diye söylenirdi. Şimdilerde doğan çocuklar arasında Tayyip isminde artış görüldüğü gibi, o zaman da aileler kızları olursa Hamide, oğulları olursa Hamid ismini koymaya özenir, hatta dedem gibi hızını alamayıp kızına Atiye ismini koyanlar da eksik olmazdı. ‘Hepsini anladık da, bu Atiye ne oluyor?’ diyorsanız bunun ilginç bir hikâyesi var ki, Sultan II. Abdülhamid’in insan yönüne olduğu kadar baba imajına da demir atar sessizce.
Burhan Felek, çocukluk hatıralarını topladığı “Hayal Belde Üsküdar”da Abdülhamid dönemine rastlayan kendi sünnet düğününde bizzat padişahın gönderdiği çeyrek altını avuçlarına aldığı zamanki heyecanını unutamadığını yazar. Tahta çıkış yıldönümü olan 19 Ağustos tarihinde toplu sünnetler düzenleten Abdülhamid, böylece bugün dahi devam eden bir çift geleneği; sünnetlerin ağustos ayında yapılması geleneği ile toplu sünnet törenlerini başlatmış oluyordu. Yani bugün eğer sünnet törenlerini, farkına varmadan ağustos ayına kaydırıyorsak ve toplu sünnet diye bir uygulama varsa, her ikisini de Abdülhamid’in insan kalbine, özellikle de çocuk kalbini kazanma yönündeki mükemmel stratejisine borçluyuz. Artık törenlere çeyrek altın gönderen bir Abdülhamid Baba yok; gerçi ama onun ayak izini aramızda görebiliyoruz hepimiz.
İşte “Atiye” ismini Urfa’daki bir aileye kadar yaygınlaştıran şey, Sultanımızın, Tanzimat’la birlikte kimyası bozulan Devlet Baba imajını diriltmek ve sahipsiz olmadıkları duygusunu halka yeniden aşılamak için gösterdiği olağanüstü çabanın sonucuydu. Bürokrasinin kekre yüzüyle muhatap ola ola devlete güveni derinden sarsılmış kitleleri yeniden sarıp sarmalayan ve kendilerini bir büyük ailenin üyeleri, padişahı da babaları gibi görmeleri yönünde güdümleyen Abdülhamid’in, bakanlarını ve vezir vüzerayı da yanına alarak halka o soğuk günlerde yakacak temin etmek için nasıl seferber olduğunu yazmıyor maalesef tarihlerimiz.
Onlar yazmıyor diye, yapılan iyilikler karşısında kalem sonsuza kadar susacak değil elbette. İşte Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Nadir Özbek, ABD’de hazırladığı doktora tezinde (İletişim Yayınları tarafından “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet” adıyla 2002’de yayınlandı), Abdülhamid’in bu yardımsever yönüne büyüteç tutuyor ve ortaya inanılması güç bir tablo çıkıyor: Aydınların Kızıl Sultan dedikleri Abdülhamid’i halkımızın hâlâ neden bu denli sevdiğinin ipuçlarını buluyoruz bu kitapta.
Görelim mi ipuçlarından birkaçını?
Önce şu “atiyye” meselesi. Atiyye-i seniyyeler, padişahın geniş bir kitleye sunduğu hediyelerdir. Bu hediyeler, sünnet düğünlerine çeyrek altın göndermekle sınırlı kalmamış, mezuniyet törenlerinde öğrencilere hediye kitap göndermekten tutun da, Üsküdar’da itfaiyeci Mehmet Efendi’nin 7-8 yaşlarındaki zavallı sakat kızına protez bacak yaptırmaya kadar uzanan gerçek bir yardım seferberliğine dönüşmüştür adeta.
Mesela soğuk geçen kış günleri için özel bir komisyon kurulmuş, bunlar (bazılarının bunlara ‘hafiye’ demesinde sakınca yok) evini ısıtacak imkânı bulunmayan haneleri tespit ettikten sonra Hazine-i Hassa Nezareti’nin tahsis ettiği 15,300 kuruş karşılığında 50 ton kömür satın alıp İstanbul’un yoksul halkına dağıtmıştır. Arşiv belgelerinden öğrendiğimize göre, kömürün dağıtıldığı bir semt halkı o kadar memnun olmuştur ki, padişaha bir teşekkür mektubu göndermiştir. Yardımların yalnız İstanbul halkına yönelik olduğunu sanıyorsanız, Abdülhamid’in projesini anlamamış olursunuz. Mesela Filibe’nin fakirlerine kömür yardımı yapıldığını ve onların da padişaha müteşekkir olduklarını belirten bir arzuhal sunduklarını gösteriyor arşivler.
Abdülhamid’in her tahta geçiş yıldönümünde alışkanlık haline getirdiği bir atiyyesi de, borçları yüzünden hapse düşenleri kurtarma operasyonudur. Zamane yöneticileri gibi devlet hazinesinden yiğitlik yapmaz, her yıl çocukluğundan beri biriktirdiği şahsi hazinesinden bir miktar parayı borcunu ödeyemediği için hapse düşenleri kurtarmaya tahsis ederdi. Nitekim 1892 yılında, doğum gününü vesile kılarak komisyona mahkûmların durumunu inceletmiş, tahsis edilen miktarın gerekenden fazla olduğu anlaşılınca affın kapsamı genişletilmiş ve aftan 50 kişinin daha yararlanması sağlanmıştır.
En iyisi çarpıcı bir örnekle konuyu noktalamak.
29 Mayıs 1899’da bir dilekçe gelir Abdülhamid’e. 6 yıl önce sol bacağını kaybeden 26 yaşında bir genç, içine düştüğü sefaleti anlatarak Sultan’dan durumuna bir çare bulmasını ister. Abdülhamid, ilgilenmesi için mektubu Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa’ya ulaştırır. Paşa, raporunda bacağın kalçaya çok yakın bir yerden kesilmiş olduğunu, bu nedenle de, takma ayağın bir korse ile bele bağlanması gerektiğini yazar. Hesap kitap yapılır. Protez, tam 18 liraya mal olacaktır. Konu bu defa Sadrazam Halil Rıfat Paşa’nın masasındadır. Sadrazam paranın ödenebilmesi için padişahın onayını ister. Belgenin kenarına Abdülhamid’in zarif notu, takma bacağın parasının atiye-i seniyye’den ödenmesini buyurmaktadır. (Bkz. Yavuz Selim Karakışla’nın “Toplumsal Tarih” dergisinin Ağustos 2003 tarihli sayısındaki yazısı.)
Talebi, 2 ay gibi kısa bir sürede cevaplanan bu delikanlının kim olduğunu mu merak ettiniz? Söyleyeyim: Bu talihli gencin ismi, Ahmet, Mehmet değil, Kirkor oğlu Onnik’tir. Yani bir Ermeni çocuğu! Osmanlı milletlerini tek bir aile gibi yönetmek için yapılan son soylu girişimdi Abdülhamid’inki.
Sayı:
174
Bölüm:
Okur Mektubu

Vahdettin, Ecevit ve tarihin evine dönüşü

MUSTAFA ARMAĞAN

Aslında “Vahdettin tartışması”nı başlatmak, 1991’in 19 Mayıs’ında, o vakitler Fehmi Koru’nun yönetiminde çıkan “Zaman” gazetesine nasip olmuştu. Vehbi Vakkasoğlu, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a çıktığı Bandırma vapurunun, ders kitaplarında yazıldığı gibi kırık dökük bir gemi olmadığı iddiasını ortaya atmış ve bu haber, kamuoyunda ateşli bir tartışmanın fitilini ateşlemişti.
Demek her şeyin bir vakti, zamanı varmış. Demek tarih bir kere yazılınca bütün defterler kapanmıyormuş. Ve demek bir kıvılcım, dikkatleri o zamana kadar bakılmamış puslu bir noktaya yöneltiyor ve tarihin bakılmamış açıları ancak böyle fark ediliyormuş.
Sayın Bülent Ecevit’in 20 gün önce başlattığı “Vahdettin tartışması”ndan söz ediyorum. Şimdiye kadar açılmasına cesaret edilememiş kutularından birisi daha açıldı Pandora’nın ve bu defa, “Tartıştırmayız” diyen taifenin hakikat karşısında ne denli acze düştüğünü ayan beyan görmüş olduk. Daha doğrusu, son 20 gündür, küller altındaki bir hakikatin, temmuz sıcağında nasıl bir hışırtıyla aramıza karışmakta olduğuna şahitlik ettik cümle âlem.
Aslında “Vahdettin tartışması”nı başlatmak, 1991’in 19 Mayıs’ında, o vakitler Fehmi Koru’nun yönetiminde çıkan “Zaman” gazetesine nasip olmuştu. Vehbi Vakkasoğlu, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a çıktığı Bandırma vapurunun, ders kitaplarında yazıldığı gibi kırık dökük bir gemi olmadığı iddiasını ortaya atmış ve bu haber, kamuoyunda ateşli bir tartışmanın fitilini ateşlemişti. Uğur Mumcu 20 Mayıs tarihli yazısında, yabancı kaynaklardan yararlanarak bu haberin orijinal olmadığını, konunun evvel eski bilindiğini iddia etmiş, kafaları iyice karıştırmıştı, Fehmi Koru ise 22 Mayıs tarihli yazısında, Mumcu’ya, ‘Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a Padişah tarafından gönderildiği ve İstanbul’dan İngiliz vizesiyle çıktığı madem sır değildi, neden daha önce yazmadınız?’ sorusunu yöneltmişti haklı olarak.
Peki ne oldu da, aradan geçen 14 yılda saflar yeniden şekillendi? ‘28 Şubat’ın azizliği’ diyeceksiniz, biliyorum. Vahdettin’in hain olduğuna değil, “hain olarak kabul edilmesinin faydasına” inanan Sayın Süleyman Demirel’in bir zamanlar neler söylediğini, tek cümleyle hatırlayalım mı? İşte “Köprü” dergisinin Mart 1987 tarihli sayısındaki röportajından bir cümle: “Şayet Kur’ân kursları veya din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir; Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur.”
Gözlerimize inanamasak da, bundan 18 yıl önce Demirel, Tevhid-i Tedrisat’ın din eğitimi lehine değiştirilmesini, eğer değişecek -ve yanlış- bir şey varsa bunun din eğitimi değil, kanun olduğunu savunmaktadır! Yine aynı yıllarda Demirel, TC’nin bir “İslam Cumhuriyeti” olarak kurulduğunu ve laikliğin yanlış uygulamalarına rağmen bir İslam Cumhuriyeti olma vasfını koruduğunu söyleme cüretini gösterebiliyordu.
Ben bu konuda Ecevit’in daha tutarlı bir çizgi izlediğini, 1970’lerden itibaren, Atatürk’ün kurduğu partinin, CHP’nin başında olduğu yıllarda dahi, katı Kemalistler ve şabloncu zihniyetle mücadele ettiğini, Cumhuriyet devrimlerinin birer üstyapı devrimi olduğunu, bu yüzden de birçok yapısal sorunun Osmanlı’dan beri aynen devam ettiğini, asıl yapılması gerekenin, halkın inanç ve sağduyusuyla oynamadan, Cumhuriyet’in yeterince uzanamadığı altyapı devrimlerini gerçekleştirmek olduğunu haykırmıştı.
Bu yüzden Ecevit’in Vahdettin hakkındaki hükümleri sürpriz olmadı benim için. Onu tanıyanlar için de olmamak gerekirdi. Lâkin hafızaları o kadar Şubat Soğuğu’na maruz kalmıştı ki, değişenin kendileri olduğunu, Ecevit’in bir zamanlar sadece ismini koymadan söylediklerini bugün siyaseten rahatlamış olarak adıyla sanıyla dile getirdiğini fark edememişlerdi. Tabii ki, 1970’lerin kavga gürültü ortamında, tarihine saygılı muhafazakâr kesimlerin, Ecevit’in Vahdettin’le olan hısımlığını duyacak halleri yoktu, Ecevit’in de duyuracak hali.
Şimdi özlenen konuşma ortamı yakalandı bence. Habermas’ın sözünü ettiği “iletişimsel eylem” için gayet olumlu bir vasat üzerindeyiz; en azından yakın tarihimiz adına memnun olabiliriz. Bu tartışma, hiçbir şeyin kapısını açmadıysa, tabu zannedilen, ama herkesin, ‘Birisi çıksa da şunları dile getirse’ dediği asırlık bir kördüğüme doğru ilk ciddi hamle oldu. Aynı şekilde 1940’larda Sultan Abdülhamid’in ‘iyi’ olduğunu savunmak dahi cesaret isterdi; gördüğümüz gibi, bugün bu engel aşıldı, karşıt düşünceler de seslerini duyurabilecekleri imkâna kavuşmuş oldu. Aynı şey, Vahdettin için neden mümkün olmasın? Demek ki, tarihte hainler üretmek kolay olsa da, hakikatin önündeki perdeyi uzun süre kapalı tutmak mümkün olamıyor.
Bu arada Vahdettin-Atatürk ilişkisiyle ilgili yeni bilgiler de ortaya çıkıyor. Milli Mücadele’den itibaren Atatürk’ün Hususi Kalem Müdürü ve Umumi Kâtibi olarak görev yapan Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarında geçer. 1925 yılı olmalı. Çankaya’ya, Atatürk’ün Mısır’dan tanıştığı eski bir Osmanlı paşasının mektubu gelir. Mektupta Paşa’nın, San Remo’da Vahdettin’i ziyaret ettiği, konuşmaları sırasında onun sıkıntıda olduğunu anladığı belirtilmekte ve Gazi’den yardımda bulunması rica edilmekteymiş.
Mektup okunurken Gazi’nin gözleri dolmuştur. “Gördün mü dünyanın halini çocuk?” demiştir Soyak’a, “Nerede o haşmet, nerede o azamet, nerede o saltanat. Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Hiçbir şeye güvenilemez. Bundan dolayı hayatta daima çok ölçülü olmak lazımdır.” Sonra “Nasıl yardım edilebilir?” diye düşünmüş ve kendisinin şahsî servetinin bulunmadığını, hazinenin de fakir olduğunu söyleyerek sürgündeki Vahdettin’e “devlet hazinesinden yardıma hakkımız yok” demiştir. Diğer taraftan Vahdettin’in “hataları” yüzünden şehit düşenlerin geride yüz binlerce yardıma muhtaç çocuk bıraktığını, onların yardıma Vahdettin’den daha fazla muhtaç olduklarını belirtmiştir. Çocukların nafakalarından kesilerek bir eski sultana para yollanmasının yakışık almayacağına dikkat çeken Atatürk’ün, bu konuşma sırasında Vahdettin’in “ihanet”inden hiç söz etmemesi ve olaya beşerî açıdan (hata olarak) yaklaşması ise epeyce ilginçtir.
Tarih normalleştikçe, kendisini açacaktır.
Sayı:
173
Bölüm:
Okur Mektubu

Atatürk, Nutuk’u keşke hiç yazmasaydı!

MUSTAFA ARMAĞAN

Aslında Nutuk’la birlikte karşımıza iki Mustafa Kemal’in çıktığı kesin. Ve maalesef Nutuk’ta, tarihi yazan yapana değil, yapan yazana sadık kalmıştır. Her zaman olduğu gibi! Bu da inkılap tarihçilerinin işini külliyen zorlaştırmaktadır.
Özellikle yakın tarihle ilgili yazmaya başladıktan sonra sorularınızın rengi de değişti sanki. Osmanlı tarihiyle ilgili yazarken, ‘Bu kaynaklara nereden ulaşıyorsunuz?’ diye sorarken, şimdilerde, ‘Tarih nasıl bu kadar farklı yazılabilmiş?’ türü sorulara rağbet ediliyor. İster istemez okurların kafaları karışıyor: ‘Siz bir türlü anlatıyorsunuz, başka kaynaklar başka türlü. Bunu bir açıklayıverin. Hani yüzlerce, binlerce yıl önceki tarih olsa ters yazılan; amenna. Ama şurada 80-90 yıl önceki olayları bile nasıl olmuş da tersinden yazabilmişiz, hayret!’
Çocukluğumda Bursa sokaklarında baloncuk şişeleri satan bir adam dolaşırdı. Elindeki deterjanlı şişeye daldırdığı ucu daire şeklindeki çubuğu bir süre mahalle çocuklarına üfletip baloncukları seyrettirdikten sonra etrafında yükselen ‘Aaaa’ nidalarına, ‘Hayret, hayret, biraz da gayret!’ diye karşılık verirdi. Gayret, yani satış. Bizim de artık hayretten gayrete geçme zamanımız gelmedi mi? Gayret, yani metinler üzerinde çalışma.
Ben tarihteki karışıklıkların büyük kısmının, metinlerin yanlış, bazen de yanlı okunmasından kaynaklandığını düşünüyorum. İlk kaynaklardan kopulduğu zaman kaçınılmazdır bu. Özellikle Harf Devrimi’nin bizi 1929 öncesi malumatın hemen tamamından mahrum ettiğini bilmemiz lazım. Kurtuluş Savaşı’nın gazetelerini okumayan bir nesil, oradaki tartışmalara nasıl vâkıf olacak, farklı olarak neler söylendiğini nereden öğrenecek? Nutuk’tan elbette, diyecekler. İyi ama Nutuk bir fotoğraf değil, bir yorumdur. Hem de öyle bir yorumdur ki, kendisinden sonraki bütün yorumları boyunduruğuna almak için yazılmış bir ana yorum.
Atatürk’ün yakınlarından ve laikliğin yılmaz bekçilerinden Falih Rıfkı Atay, 22 Haziran 1951’de, “Dünya” gazetesinde ilginç bir yazı kaleme alır. Bu yazıda Atatürk’ün Nutuk’u yazmakla belgeleri belli bir yoruma tabi tuttuğunu ve tarihçiyi hükümlerinde bağladığını söyler. Atay’a göre Atatürk Nutuk’u yazmamalı, bütün o belgeler, tutanaklar dosyalarda kalmalı ve tarihçiler hükümlerinde daha serbest olabilmeliydi.
Nutuk’un yazılması, bir bakıma yakın tarihimizin dilini tutuklamıştır. Neden? Çünkü yine Atatürk’ün bir sözünde geçtiği gibi, Nutuk’u bir tarih metni olarak kullanmaya kalktığınızda, tarihi yapan mı yazana sadık kalmıştır yoksa yazan mı yapana sadık kalmıştır, karışmaktadır. Yani Nutuk’u kaleme alan şahıs, Milli Mücadele’nin kahramanı Mustafa Kemal Paşa mıdır yoksa bir tarihçi mi? Tarihçi Mustafa Kemal, Gazi’nin bütün eylemlerini onaylamakta mıdır? Tamamen onaylıyorsa Nutuk, nasıl bir tarih metni olabilir? Değilse ona hangi noktalarda itiraz etmektedir?
Aslında Nutuk’la birlikte karşımıza iki Mustafa Kemal’in çıktığı kesin. Ve maalesef Nutuk’ta, tarihi yazan yapana değil, yapan yazana sadık kalmıştır. Her zaman olduğu gibi! Bu da inkılap tarihçilerinin işini külliyen zorlaştırmaktadır. Çünkü onlar ‘tarihi yazan Mustafa Kemal’e mi, yoksa ‘tarih yapan Mustafa Kemal’e mi sadık kalacaklarını çoğu zaman şaşırmaktadırlar.
Erik Jan Zürcher’in dediği gibi, Nutuk, aslında 1919-1927 yıllarını anlatan bir tarih metni olarak okunmamalı. Daha çok İzmir suikastı ve sonrasında İttihatçıların ve Milli Mücadele kadrolarının neden tasfiye edildiğinin bir muhasebesi, yani bir hesaplaşma metni olarak okunmalıdır. İşin içine hesaplaşma tavrı girince ortada ne kadar tarih kalacağına varın siz karar verin.
Nitekim de kalmıyor. Kâzım Karabekir, malum, Milli Mücadele’nin 1924’e kadarki en gözde kahramanlarından. ‘Şark fatihi’ne çıkmış namı. Kurtuluş Savaşı hep bir Garp cephesi savaşı olarak anlatıldığı için onun ‘savaş’ı es geçilmiştir. Oysa 19 Mayıs 1919 şartlarına baktığınızda Mondros Mütarekesi’nden sonra ayakta kalan son düzenli Osmanlı ordusunun Erzurum’daki Onbeşinci Kolordu olduğu görülür. İlk kongrenin Erzurum’da toplanması tesadüf değildir ve bu kongrenin toplanmasında Mustafa Kemal Paşa’nın hiçbir katkısı yoktur. Üstelik başlangıçta İstanbul’dan geldiği için kendisinden şüphelenip kongreye kabul edilmediğini biliyoruz. Kâzım Karabekir’in aracılığıyla kabul edilip başkan seçilmiştir.
İşte size Nutuk’tan Kâzım Karabekir’i silen bir belge. Elimde 1927 tarihli, Arap harfli 2. baskısı var Nutuk’un. Vesikaları içeren 2. cildin 8. sayfasındaki vesika, tarih sırası itibariyle Nutuk’taki en eski vesikadır ama nedense hak ettiği gibi en başa değil, 10. sıraya konulmuştur!
21 Mayıs 1335 (1919) tarihli bu şifreli telgraf, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından sadece 2 gün sonra Kâzım Paşa’ya çekilmiştir. Şimdi metnin baş tarafını vesikalar cildinden dikkatle okuyalım:
“Ahvâl-i umumiyemizin almakta olduğu şekl-i vahimden pek müteellim ve müteessirim. Millet ve memlekete medyûn olduğumuz en son vazife-i vicdaniyeyi yakından mesâi-i müşterekeyle en iyi ifa etmek mümkün olacağı kanaatiyle bu son memuriyeti kabul ettim. Bir an evvel zâtıâlinize mülâki olmak arzusundayım...”
Burada genel durumun vahim oluşundan üzgün olduğunu söyleyen Mustafa Kemal’in, Kâzım Paşa’ya, bu müfettişlik görevini, onunla beraber çalışarak başarabileceğine inandığı için kabul ettiğini ve bir an önce onunla buluşmayı arzuladığını okuyoruz.
Gelin görün ki, aynı Nutuk’un ilk cildinin 11. sayfasını açıyor ve bu telgraf metnini bir kere de buradan okuyoruz. Hayretle, yukarıdaki “Bir an evvel zâtıâlinize mülâki olmak arzusundayım” cümlesinin, “Bir an evvel Erzurum’a gitmek arzusundayım”a dönüştürüldüğünü görüyoruz. 1919 Mayıs’ında kendisine neler borçlu olduğunu bildiğimiz Kâzım Karabekir Paşa, 1927’de artık istenmeyen adam olmuştur.
Yani Nutuk’ta anlatılan olayların ister istemez 1924 sonrasında oluşan yeni duruma uydurulduğunu, bu yeni konum gereği eski olayların yeniden hizaya sokulup yorumlandığını görmekteyiz. Daha önce yazdığım ve “Küller Altında Yakın Tarih” (Timaş) adlı kitabımda genişçe incelediğim gibi, Vahdettin’e çekilen telgraftaki bir kelimenin değiştirilmesi tek örnek değildir. Dolayısıyla yakın tarihi Nutuk eksenli okumak, her zaman isabetli sonuçlar vermeyebilir. Tabii ki yararlandığımız tarafları olacak. Ancak tarih kaynaklarını kutsal ve dokunulmaz kılarsanız, tam da o zaman kaynak olma özelliklerini yitirirler. Unutmayalım ki, Nutuk’a yapılacak en büyük kötülük, onu okunmayan ve tartışılmayan bir fosilleşmiş metin kılığına sokmaktır.
Ben Falih Rıfkı Atay’ın 1951’de açtığı tartışmanın cesaret düzeyini maalesef sonrakilerde bulamıyorum. m.armagan@zaman.com.tr
Sayı:
1
Bölüm:
Aktüel

Menemen neleri örtüyor?

MUSTAFA ARMAĞAN

Yakın tarihimizdeki pek çok olayda olduğu gibi, Menemen olayını ya bir “irtica” ayaklanması ya da düpedüz bir “komplo” suretinde ele almak ortak alışkanlığımız oldu galiba.
Peki Menemen olayına bir de İsmet İnönü ve CHP örgütü açısından bakmaya ne dersiniz? İşte o zamanki adıyla Başvekil İsmet Bey’in, Menemen olayı üzerine TBMM’de yaptığı 1 Ocak 1931 tarihli konuşmadan bir pasaj:
“Bizim çektiğimiz sıkıntı nedir? Muhalefet havasında, tenkidatta, muhalif neşriyatta memleketin ve devlet otoritesinin çektiği sıkıntı, memleket alınganlığının suistimal edilmesidir. Nasıl mevkii iktidar sahibi, memleketin tahammülü yoktur vesilesini siper ittihaz ederek kendisini lâyuhtî mevkiinde göstermeğe istidatlı ise fırsat ve imkanı bulunca tenkit etmek vaziyetini takınmış olan adam da bütün şahsiyetleri, devletin bütün kanun ve kuvvetlerini ayak altına almak için hiçbir hudut tanımamaktadır (Doğru sesleri, bravo sesleri).”
Şimdi ne anlamalıyız bu konuşmadan? Öncelikle itiraf edilmeyen bir sıkıntı olduğunu kabul etmektedir. Ancak sıkıntı tek taraflı değildir.
İnönü’ye göre devlet otoritesi sıkıntılıdır, çünkü “Muhalefet havasında, tenkidatta, muhalif neşriyatta”, yani Fethi Okyar’a kurdurtulan Serbest Fırka’nın getirdiği hürriyet ortamında hükümete yönelik eleştiriler “memleket alınganlığını” suistimal etmekte, kötüye kullanmaktadır. Bu “memleket alınganlığı” meselesi çok mühim. Ülke CHP’nin icraatından neden alınmakta olsun? Çünkü CHP’yi istemediğini, “yiyiciliğini”, kendisine yabancılaştığını Fethi Bey’in İzmir mitinginde en açık biçimde göstermiştir. Seçimlerde Ege Bölgesi silme Serbest Fırka’ya oy vermiştir. Menemen CHP’nin değil, Serbest Fırka’nın adayını seçmiştir. (Tabii Samsun ve Silifke de. Silifke o tarihte il merkeziydi. Seçimde muhalif partiye oy verdiği için cezalandırılacak ve ilçe yapılacaktır.)
İşte bu serbestlik ortamından ve “Yarın”, “Son Posta” gibi muhalif gazetelerin eleştirilerinden fena halde rahatsız olan İnönü, “fırsat ve imkanı bulunca tenkit etmek vaziyetini takınmış olan adam” dediği Fethi Okyar’ın Meclis’teki yaylım ateşinden şikayet etmektedir. Menemen olayından 3 gün önce Okyar’ın Meclis’e bir soru önergesi verdiğini bilirsek CHP’nin nasıl köşeye sıkışmış olduğunu daha iyi anlarız. Bu soru önergesinden, İzmir basınında çıkan haberlerde Değirmendere bucağında, Ahmetli köyünde halkın sefaletinden bahsedildiğini, halkın açlık yüzünden sadece ahlat ve otla beslendiğini öğreniyoruz. Dikkat buyrulsun, Orta ve Doğu Anadolu’dan bahsetmiyoruz, nispeten müreffeh bir bölgede, İZMİR’İN KÖYLERİNDE 1930’LARDA İNSANLAR OT YİYORDU ve bu haberler, CHP’nin bütün baskılarına rağmen basına taşabiliyordu.
Fethi Okyar’ın uyarıları devam ediyordu. Mesela Adana’nın eski ve yeni belediye başkan ve üyelerinin “yiyicilikten suçlu oldukları halde” ve Danıştay da suçlarını kabul ettiği halde CHP tarafından neden korunduğunu ve mahkemeye sevk edilmediklerini soruyordu. Öte yandan Arif Oruç, “Yarın” gazetesinde İnönü ile bu işin yürümeyeceğini ve Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığından istifa edip Başbakanlığa geçmesini, Fevzi Çakmak’ın Cumhurbaşkanı olması gerektiğini yazabiliyordu.
İşte 23 Aralık 1930’daki Menemen olayı, CHP’nin bu sıkışık konumunda, ona bir nefes alma imkânı sağladığı gibi, ülkede yavaş yavaş serbestleşen tartışma ortamını boğmak için de eline altın bir fırsatı tepsiyle sunmuş oluyordu. Nitekim Menemen olayının ardından yapılan tutuklamalar ve sindirme siyasetiyle, yine İnönü’nün baskısıyla kapanmış ama yine de kökü temizlenmemiş olan Serbest Fırka’nın bütün tortularının kazındığına ve CHP’nin kendisine çekidüzen verdiğine şahit olacağızdır.
Ama nasıl bir çekidüzen?
CHP’nin halktan koptuğunun ayan beyan ortaya çıktığını görünce Atatürk 17 Kasım 1930-2 Mart 1931 tarihlerinde iki büyük yurt gezisi düzenleyecek ve böylece halkın nabzını tutmak ihtiyacını hissedecekti. İşte Menemen olayı tam da bu gezinin ilk kısmındayken patlak vermişti.
Gezi notlarında Atatürk’ün bazı “itirafları” dikkat çekicidir. Mesela halkın şikayetlerinden söz etmektedir. Beraberce okuyalım:
“Bu seyahattaki temaslar bize halk şikayetlerinden devlet işlerinin nasıl yürüdüğünü anlamak faydasının çıkarılabileceğini gösterdi. ŞİKAYETLER... BÜYÜK HALK TABAKALARININ HANGİ IZDIRAPLARLA MAHMUL OLDUĞUNU GÖSTERİYOR.”
Şaşırtıcı görünüyor, değil mi? Atatürk, halkın şikayetlerini dinliyor ve ızdırap içinde kıvrandığını tespit ediyor. Bu metin ise 6 Ocak 1931’de, yani Menemen olayından 14 gün sonra biten gezisinin ilk kısmının sonunda yazılıyor. Ama tabii daha şaşırtıcı olan nokta, gezisi sırasında sık sık Atatürk’ün önüne çıkıp bağıran köylülerin varlığıdır. Alpullu İstasyonu’nda köylünün ihmal edildiğini, gırtlağına kadar borca battığını, parasızlıktan hayvanlarını sattığını bağıranı mı istersiniz, yoksa Edirne’nin bir köyünde hayvanlarının suya gidecek yolunun bulunmadığını söyleyeni mi?
İşte bence Menemen’in gerçek sebebini komploda veya irticada değil, burada, yani halkın içerisine düştüğü memnuniyetsizlik ve ilgisizlikte aramak lazım. İnönü’nün Meclis konuşmasında Kubilay’ın öldürülmesine Menemen halkının seyirci kalmasına, hatta alkış tutmasına inanamayışı, onun halktan kopuşunun en çarpıcı itirafını oluşturmaktadır. Eğer o da Atatürk gibi Anadolu halkının dünyasına eğilmek lütfunu gösterseydi, karşılaşacağı manzaranın çok daha feci olacağını, Gazi’ye bu kadarını söyleyenlerin, onun yüzüne kimbilir hangi acı hakikatleri haykıracağını bilmek için kâhin olmaya gerek yok.
Ancak Meclis’te İsmet Paşa’ya cevap vermek için kürsüye gelen Serbest Fırka’nın kurucularından Ağaoğlu Ahmet Bey’in sert tespiti bile uyandırmaya yetmemiştir CHP’yi. 1935’e giden yolda partiyi devletle bütünleştirmek için CHP Genel Sekreteri Recep Peker tarafından faşistçe bir program hazırlanmış ve Meclis’in devre dışı bırakılması öngörülmüştür. Hasan Rıza Soyak’ın aktardığına göre bu girişim karşısında Atatürk, kendisinin de tasfiye edilmek istendiğini fark ederek “bu tam bir faşizm” diye isyan edecekti. Ancak 1935’ten sonra zaten Atatürk, ahtapotlaşan CHP örgütüyle başa çıkacak kudretten yoksun durumdadır. İşte Menemen, şu bu değil, bu ahtapotu harekete geçiren olaydır. m.armagan@zaman.com.tr
Sayı:
4
Bölüm:
Aktüel

Osmanlı tarihinin en karanlık idamları

MUSTAFA ARMAĞAN

Saddam Hüseyin’in idam görüntüleri, hafızamızda 11 Eylül görüntülerinin yanındaki mutena yerini alırken, dikkatlerimizi de idam olayına çevirmiş oldu. Tevafuk bu ya, bir okurum da Osmanlı’da idamları sormuş. Dolayısıyla bu hafta Osmanlı tarihinin en karanlık; ama aynı oranda da en dramatik idam sayfalarından birini açacağım önünüze.
“Tarih, çizilecek bir tablo değil, çözülecek bir problemdir.” demiştir Buckle adlı İngiliz tarihçisi. Ne kadar isabetli bir söz olduğunu bu köşeyi bitirdiğinizde bir kere daha anlayacaksınız. Bazen tek taraflı okumak, insanı ana meselenin uzağına nasıl savuruyor. Bu yüzden sadece Osmanlı tarihçilerini okuyarak Osmanlı tarihini hakkıyla kavrayamayacağımızı da göreceğiz.
Şimdi bazılarınız bana kızdınız, biliyorum; ama işin hakikati tek taraflı ortaya çıkmaz ki. Başka gözler, başka bakış noktaları, “kale arkası kamera” vs. hepsi seferber edilmelidir tarihi araştırırken. Nasıl topun çizgiyi geçip geçmediğini merak ettiğimizde sıfır noktasındaki kameraya uzatıyorsak bakışlarımızı, tarihteki bir olayın çizgiyi geçip geçmediğini öğrenmek için de en yakındakiler kadar en uzaktakiler de göreve çağrılmalıdır. Bu yüzden bir tarih metodu dersi gibidir Cidde olayları.
Tarih: 15 Temmuz 1858 Cuma. Yer: Şimdiki Suudi Arabistan’ın Cidde Limanı. Anlatan: Ord. Prof. Enver Ziya Karal. Kaynak: Türk Tarih Kurumu Yayınları’ndan çıkan “Osmanlı Tarihi”nin Islahat Fermanı cildi. (s. 32-33)
Bölgede Osmanlı Devleti’nin hükümranlığının devam ettiği yıllar. Büyük bir halk kalabalığı birtakım fesatçılara katılarak Hıristiyanların üzerine yürümüş ve mahiyeti “dinî” olan bir kavga başlamıştır. Fransız Konsolosu ile İngiliz Viskonsolosu, Cidde’de bulunan kendi tebalarını korumak isterken öldürülmüşler, emniyet güçleri de olayları bastırmakta yetersiz kalmıştır. Tabii İngiltere ve Fransa işbirliği yaparak harekete geçmiş, savaş gemilerini yollayıp Cidde Limanı’nı bombardıman ettirmişler, daha sonra askerleri şehre çıkıp olayın elebaşılarını yakalayıp 10’unu idam etmişlerdir.
Karal’a göre Cidde olayları “mutaassıp bir halk güruhunun eseri”ydi ve bu bakımdan “teessüfe şayan”dı. Ancak İngiltere ve Fransa’nın da şehri bombalaması ve adaleti yerine getirmek için adam asmaları tasvip edilir gibi değildi. Bu ecnebi müdahalesi Müslüman halk ve özellikle Dürziler arasında önceden kestirilemeyen bir heyecan yaratmış ve hemen arkasından Dürzilerin Marunilere saldırmalarıyla Suriye’de bir intikam isyanına sebebiyet vermiştir.
Olayı burada kesen Ordinaryüs Profesörümüzün meseleyi “din” ve “taassup” temelinde ele alışı sizin de dikkatinizden kaçmamıştır. Bu fazlasıyla taraflı anlatımın asıl ihmal ettiği nokta ise olayın uluslararası bağlantısıydı. Meseleyi ‘bir mutaassıp dindar güruh’a havale ederek işin içinden sıyrılmaya kalkınca bunu Menemen gibi iç olaylarda yutturabilirsiniz belki; ama Cidde olayları gibi yabancıların da işin içinde bulunduğu olaylarda dış gözlerin takibinden kurtulamazsınız.
Burada bir parantez açarak alim tarihçimiz Cevdet Paşa ne demiş diye bakınca yine mat bir yüzeyle karşılaşıyoruz. Gerek “Ma’ruzât”ında, gerekse “Tezâkir”inde olayı gayet yüzeysel olarak geçen Paşamız, onu “gâile” olarak adlandırmıştır. Karal’dan tek farkı, çıkış sebebini “bir gemiye İngiliz ya İslam sancağı çekilme”si olarak tespit etmiş olmasıdır. Bir de İngiliz konsolusunun “pek fena bir adam” olduğu notu dikkat çeker. O kadar.
Peki hakikaten bundan mı ibarettir “Cidde gailesi”? Bu soruyu sorunca farklı kaynaklardaki malumatı önünüze dökmek vacip oluyor fakir için. Artık yerimiz ne kadarına müsaade ederse...
Önce yıla dikkat edelim: 1859. Bu, Islahat Fermanı’nın üzerinden 3 yıl geçtiğini gösterir. Aynı yıl Paris Kongresi’nde Türkiye “Avrupa Konseri”ne, yani uyumuna dahil edilmiştir. (Yani biz AB’ye 150 yıl önce girmiştik aslında. Tabii sözde!) Dolayısıyla fermandan destek bulan Avrupalı tüccarlar Cidde Limanı’nda üslenmişler, hatta İngiliz buharlı gemileri İslam âleminden Müslümanları deniz yoluyla hacca götürüp getirmeye bile başlamıştır. Bu yeni gelişmenin Kızıldeniz civarında yüzyıllardır iş yapan başta Hadramevtli gemiciler olmak üzere bölge sakinlerinin geçim kaynaklarını baltalayacağını kestirmek için kâhin olmaya gerek yok. Yani 1859’da Cidde, İngiliz ve Fransız tüccarlarının cirit attıkları, büyük ticarethaneler açtıkları canlı bir liman şehridir.
Islahat Fermanı ile “eşitlik artı ayrıcalık” gibi eşine az rastlanır bir avantaj elde eden yabancı tüccarın palazlanacağı yeni bir döneme girilmiş oluyordu. İşte Cidde’de ilki 1857’de çıkan Hıristiyanlara karşı silahlı saldırıların bir sebebi buydu.
Ancak asıl sebep, bir yıl önce kanlı bir şekilde bastırılan Hint isyanıydı. 1857’de İngiliz idaresine karşı başlatılan ve Müslümanların başını çektiği büyük isyan, bir yıl kadar sürmüş ve kanlı bir şekilde bastırılmış, geniş çaplı idamlar ve sürgünlerle sonuçlanmıştır. Bu, modern tarihte İslam âleminde emperyalistlere karşı başlatılan Cihad’ın ilk adımı olmuş, adeta bir kırılma noktası meydana getirmişti. İngilizler Hindistan’ı toptan Hıristiyanlaştırmaya karar vermişler, bu da özellikle Müslümanları harekete geçirmişti. İsyan sonunda binlerce Hintli öldürülmüş ve asılmış, diğer suçlular ise kitleler halinde sürgüne gönderilmişti.
Nereye mi? Yemen’e, Mısır’a, İstanbul’a, Cidde’ye, Mekke ve Medine’ye... Nitekim 1860’larda Cidde’deki İngiliz konsolosu, Arabistan’da 10 bin Hintli Müslüman’ın varlığından söz etmektedir. Bu on binlerce insanın içlerindeki İngiliz düşmanlığını gittikleri yerlere taşımalarından ve etraflarına aşılamalarından daha doğal bir şey olamazdı. Zaten Cidde olayı da İngiliz konsolosunun bir Müslüman kızına sarkıntılık etmek istemesinden çıkmıştı. Burasına kadar gelen halk, Hintli asilerin de tahrikiyle olayları başlatmıştı.
İşte Cidde’de baş gösteren ecnebi düşmanlığının kökleri, bir yıl önce kanlı bir şekilde bastırılan Hint isyanına dayanıyordu.
Peki Osmanlı ne yaptı bütün bu olanlar karşısında? Elmecbur, suçluları yakalattı ve kendi eliyle idam ettirdi. Takvimler, 12 Ocak 1859’u gösteriyordu. Osmanlı tarihinin en karanlık idam seanslarından biri Cidde’de gerçekleşiyor, beri yanda tarihlerimizin gözlerinden uyku akıyordu. m.armagan@zaman.com.tr
Sayı:
6
Bölüm:
Aktüel

Yakın tarihimizdeki kara delikler

Yakın tarihimizdeki kara delikler

Tehdit edenler bile var. Küfür derseniz gırla gidiyor. Öfkesini yenemeyip aklına geleni sayanlar mı dersiniz, iyiliğimi düşünüp ‘Bu işlere bulaşmasanız’ tavsiyesini su gibi gözüme akıtanlar mı? Kimmişim? Ne yapmak istiyormuşum?
Son zamanlarda bu tip mesajlar artmaya başladı. Normal. Çünkü biraz cesaret gerektiren konulara hep yapıldığı gibi kulaktan dolma bilgilerle değil, belgelerle giriyorum. Bu da bazı “iyi saatte olsunlar”ın canını sıkıyor doğal olarak. Olabilir...
Yürüyüşümü yıllar önce şöyle formüle etmiştim: Tarihle birlikte düşünmek. Bu uzun yürüyüş sırasında rastladığım ipuçlarını çözüyorum okurlarımla. Düşünmeye çalışıyoruz. Ama boş boş, Nasreddin Hoca’nın Hindisi gibi düşünmeye değil, buna “spekülasyon” diyoruz. Bilgiler ve belgeler üzerinde düşünmek. Asıl zor ve makbul olan düşünme de bu değil midir?
Kararım: Tarihle birlikte düşünmeye devam. Gelmek istemeyenler memleketlerine dönebilir.
Geleceklere sözüm: Yürüyelim arkadaşlar...
Bugün her biri üzerinde ayrı ayrı yazılar yazılabilecek bazı konu başlıklarını paylaşacağım sizinle. Kızıp köpürenler olabilir, sevinçten el çırpanlar olabilir. Beni ilgilendirmiyor. Beni öğrenmenin heyecanını duyanlar ilgilendiriyor. Gözlerinde kıvılcımlar çakanlar...
Belki hepsi üzerine yazmak nasip olmayabilir diye maddeler halinde bir toparlama yapmak istiyorum.
1. SEVR ANTLAŞMASI VAHDETTİN TARAFINDAN İMZALANDI MI?
Hayır, imzalanmadı. Neden?
Çünkü o sırada Osmanlı Meclisi kapatılmıştı. Önce Meclis-i Mebusan’ın antlaşmayı görüşüp kabul etmesi, sonra da imzalamak üzere Vahdettin’e göndermesi gerekiyordu. Tabii Meclis kapalı olduğu için görüşülemedi, dolayısıyla Vahdettin’in masasına bile gitmedi Sevr Antlaşması. Ama kime sorsanız, “Hain Vahdettin Sevr’i imzalamamış mıydı?” derler.
Nitekim Meclis-i Mebusan kendi kendisini 11 Nisan 1920’de feshetmiş, Sevr Antlaşması ise bundan 4 ay sonra, yani 10 Ağustos’ta imzalanmıştı ama Meclis’in ve Sultan’ın imzalaması şartı vardı. Böylece Sevr, hukuken geçerlilik kazanmamış bir antlaşma olarak kalmış, zaten bunun gerçekçi ve uygulanabilir bir antlaşma olmadığına kendileri de ikna olan İtilaf Devletleri, Birinci İnönü Savaşı’ndan kısa bir süre sonra, 21 Şubat 1921’de Sevr’in bazı maddelerinin hafifletilmesi ve böylece kabul ettirilmesi için Londra Konferansı’nı organize etmişlerdi.
2. İTALYANLARA KARŞI SAVAŞTIK MI? 1920 yılının Haziran ayında Konya’ya kadar topraklarımızı işgal etmiş bulunan İtalya bizim safımıza geçti ve Antalya’dan kendiliğinden çekti askerlerini. Ve Karakol örgütünün Milli Mücadele’ye İstanbul’dan silah kaçırma işlerinin bir kısmı, İtalyan gemileri eliyle yapıldı. Rusların yardımı yazılır da, İtalyanların yardımı nedense es geçilir.
3. İLK TBMM’NİN KARARLARI HUKUKEN GEÇERLİ MİYDİ?
Kestirme cevabı şu: Hukuken şüpheli ama siyaseten geçerlidir. Neden hukuken şüpheli? Çünkü o sırada geçerli olan tek anayasa vardır, o da Kanun-i Esasi’dir ve zaten TBMM varlığını Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının devamı, hatta kendisi olarak tanımlamaktadır. 19 Mart 1920 tarihli seçim tebliğine göre her livâdan (sancak ya da il ile ilçe arasındaki bir Osmanlı yönetim biriminden) 5 milletvekili çıkarılması gerekiyordu. Toplam 66 liva mevcuttu ve çarptığınızda Meclis’te 330 milletvekilinin hazır bulunması gerekirdi. (Gerçi milletvekili sayısı konusunda çok farklı rakamlar var elimizde.) Ne var ki, 24 Nisan günü yapılan Meclis Başkanlığı seçiminde oy kullanan toplam milletvekili sayısının 120 olduğunu biliyoruz. Halbuki anayasanın hükmüne göre meclisin toplanabilmesi için milletvekili tam sayısının yarıdan bir fazlası, yani 166 milletvekilinin hazır bulunması gerekirdi. Yani ilk Meclis Başkanlığı seçimi, yeterli çoğunluk bulunmadan yapılmış lakin hukuken olmasa bile siyaseten geçerli kabul edilmişti.
4. MİSAK-I MİLLÎ ÇARPITILIYOR MU?
Mustafa Budak’ın muhteşem çalışması “İdealden Gerçeğe: Misâk-ı Millî’den Lozan’a Dış Politika” (Küre Yayınları) bu konudaki temel başvuru kitabımdır. Budak’a göre Misak-ı Millî’yi yalnız Mustafa Kemal tarafından hazırlanıp İstanbul Meclisine dayatılmış bir ısmarlama belge olarak göstermek doğru değildir. İstanbul’daki vatanseverlerin eli armut toplamamış, onlar da kendi Misak-ı Millî programlarını oluşturmuşlardı. 1920’nin 28 Ocak’ında İstanbul’da kabul edilen Misak-ı Millî’nin kapsama alanı, Mustafa Kemal’inkinden daha genişti.
Mustafa Kemal’in İstanbul’a gönderdiği 19 ve 21 Ocak tarihli Misak-ı Millî taslaklarında Mondros Mütarekesi “hattı dahilinde” bulunan Osmanlı-İslam çoğunluğun bölünmesine karşı çıkılırken, Meclis-i Mebusan’ın yaptığı değişiklikle kabul edilen halinde “mezkûr hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” denilmekteydi. Bunun anlamı, Mondros Mütarekesi’ni birisinin mutlak sınır, öbürünün tartışmalı sınır olarak kabul etmesiydi. Yani Osmanlı Meclisi, bir Osmanlı tavrı ve sorumluluğuyla Osmanlı topraklarının işgal edildiğini, bunun bir oldubitti olduğunu ve Mütareke hattı dışında kalan Osmanlı-İslam çoğunluğun haklarını ve topraklarını da savunduğunu göstermiş oluyordu.
İşin ilginç olan yanı, TBMM de bu geniş Misak-ı Millî’yi aynen kabul etti, yani mütareke sınırları dahil ve haricinde, şeklinde. Fakat gelin görün ki, sonradan gizli bir el, kitaplardan bu hayatî önemi haiz “haricinde” (dışında) kelimesini tıraşlamaya başladı. Elinizdeki okul kitaplarına bakabilirsiniz bunun için. Yine de meraklıları için bir örnek vereyim. Mesela Enver Ziya Karal’ın liseler için hazırladığı “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi (1918-1953)” adlı kitapta (İstanbul 1958, Maarif Basımevi, s. 52) Misak-ı Millî’nin ilk maddesindeki “dışında” kelimesi temizlenmiş ve metin “bu mütareke hududu içinde” şekline çevrilmiştir. Neden acaba?
Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazma iddiasıyla meydana çıkan koca bir Ordinaryüs Profesörün kaleme aldığı kitapta bu çarpıtma yapılıyorsa, varın gerisini siz düşünün.
Tarihimiz kimlerin eline kalmış ey ehl-i vatan! Tarihin Kuva-yı Milliyecileri, nerdesiniz? m.armagan@zaman.com.tr
Sayı:
7
Bölüm:
Aktüel
Atatürk, Vahdettin’i savunuyor!
MUSTAFA ARMAĞANBirkaç haftadır üzerinde türlü spekülasyonlar yürütülen son saltanat mührü, bir son dakika sürprizi olmazsa bugün itibarıyla saraya geri dönmüş olacak. Bu olay bana ‘Osmanlı’nın evine dönüşü’nü hatırlattı.
Evdekiler onu unutmuş görünseler de, Türkiye’nin dış mahfillerde hakaret gördüğü her seferinde içlerinde ‘büyük’ ve ‘güçlü’ bir devlet özlemi yanıp tutuşuyor ve alevli bir ok gibi hafızalarına yürüyen şeyin Osmanlı şevketi olduğunu hatırlıyorlar. Bu, Freud’un sözünü ettiği “yara izi”dir işte. Yarayı unutsak bile yaranın izi kalmıştır derimizin üzerinde. O ize baktığımızda yarayı da, yaralayanı da, yaralı bünyeyi de düşünmeye mahkûmuz.
Cumhuriyet’in kurucularının Osmanlı tarihine bakışlarında bu yara izi, kendisini her fırsatta ele verir. Osmanlı kötülenir; ama “altın çağ” müstesnadır. Sinan benzersizdir, Fatih, Yavuz, Kanuni büyüktür vs. Böylece seçmece ve kesmece satılan bir karpuz sergisine girmiş gibi oluruz. ‘Huz mâ safa, da mâ keder!’ Neşelendirecek olanı al, üzecek olanı bırak, kuralı geçerlidir burada. Tabii ister istemez ‘Bu bir tarih midir?’ sorusunu sorarız. Sormak zamanı gelmiştir daha doğrusu.
Kabul edelim ki, Cumhuriyet döneminde, “olan” değil, “olması arzulanan” bir tarih yazılmıştır daha çok. Tarih arzuya göre sıcak veya soğuk olarak servis edilmiştir. Nitekim inkılap tarihi alanının önde gelen otoritelerinden Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, 8 Kasım 1974’te TRT televizyonunda yaptığı konuşmada, çalışmalarının duygusal plânda kaldığını, haddizatında 1950’lere kadar Atatürk konusunda objektif olunamadığını itiraf etmiştir.
Atatürk’ün bazı konuşmalarında hemen bütün Osmanlı padişahlarını, ayrım gözetmeden eleştirdiğini, bazılarında ise yücelttiğini görmemizin bir sebebi bu duygusallıktır. Mesela 26 Şubat 1921’de Amerikalı gazeteci Clarence K. Streit’in sorusu üzerine şunları dile getirmişti:
“Milletimiz aleyhinde söylenenler bütünüyle iftiradır. Milletimizin zalim olduğu iddiası baştan başa yalandır. Hiçbir millet, milletimizden daha çok yabancı unsurların inanç ve âdetlerine riayet etmemiştir. Hatta denilebilir ki, başka dinlere mensup olanların dinine ve milliyetine riayetkâr olan yegâne millet, bizim milletimizdir. Fatih, İstanbul’da bulduğu dinî ve milli teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriği, Bulgar Eksarhı ve Ermeni Kategikosu gibi Hıristiyan din reisleri imtiyaza sahip oldu. Kendilerine her türlü serbestlik verildi. İstanbul’un fethinden beri, Müslüman olmayanların mazhar bulundukları bu geniş imtiyazlar, milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en büyük müsaadekâr ve civanmert bir milleti olduğunu ispat eden en büyük delilidir.”
Bu konuşmada “milletimiz” kelimesinin Fatih’i de kuşatan bir anlamda kullanıldığına ve 40 yaşındaki Gazi’nin, Türklerin zalim ve barbar bir millet olmadığını ispat için İstanbul’un fethine sarılışına dikkat buyurun. Gelgelelim tam 2 yıl sonra (17 Şubat 1923) İzmir İktisat Kongresi’ndeki Mustafa Kemal’in, tam da aynı sebeple Fatih’i eleştirdiğini görüyoruz. Nasıl mı oluyor? Buyurun beraber okuyalım söylediklerini:
“Osmanlı hakanları... Ele geçirdikleri ülkelerdeki, o dili, dini, geleneği, her şeyi birbirinden ayrı ulusları olduğu gibi korumaya kalkıştılar; onlara bütün bu özellikleri koruyabilmeleri için imtiyazlar (ayrıcalıklar) bağışladılar. Örneğin; Fatih zamanında Cenevizlilere ve patriklere verilen ayrıcalıklarla açılan yol, sonraları daha çok genişlemiş ve genişletilmişti. Üstelik, bu ayrıcalıklar, devletin en güçlü, en gösterişli günlerinde bağışlanıyordu. Bir zorunluluk değil, sadece bir “şahane” bağış olarak.”
Şimdi hangi Mustafa Kemal’e inanacağız? İki yıl önce Amerikalı gazeteciye Fatih’in Cenevizlilere ve Patrikhane’ye tanıdığı imtiyazları bir civanmertlik olarak gören ve bununla övünen Mustafa Kemal’e mi, yoksa tam da bu yüzden Fatih’i eleştiren Mustafa Kemal’e mi itibar edeceğiz? Nasıl oluyor da 2 yıl önce gurur kaynağı ve Türk milletinin uygar olduğunu kanıtlayan belgeler, bu defa milletin kaynaklarını tüketen ve ülkemizin ekonomik kökünü kurutan keyfî birer uygulama damgasını yiyebiliyordu?
Bence tarihçilerimiz bu kördüğümü çözmek zorunda. Kaçarak, görmezden gelerek bu işin içinden çıkamayız. Sorunla mertçe yüzleşmemiz gerekir. Ancak böylelikle 1922-1924 arasında gerçekleştiğini tespit ettiğimiz “büyük kırılma”nın, daha doğru bir deyişle yeni Türkiye’nin zihinlerinde ortaya çıkan “yırtılma”nın kökenine inebilir ve sorunu doğru teşhis edebiliriz. Bundan sonraki adım, tarihin rehabilite edilmesidir ki, oraya varmak için daha geçmemiz gereken çok aşama var.
Ben saltanat mührüyle yine gündemimize giren Sultan Vahdettin’in sırtına yapıştırılmış “hain” damgasının da bu büyük yırtılmanın bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Burada sorulması gereken soru şudur: Mustafa Kemal Paşa’nın 24 Nisan 1920’de, yani 23 Nisan’ın hemen ertesi günü TBMM gizli oturumunda Vahdettin’i temize çıkarmak için söylediklerini nereye koyacağız? İleride devam etmek üzere şimdilik birkaç satırına bakmaya ne dersiniz? (Özetlenmiş ve sadeleştirilmiştir):
“Millet, Hilafet ve Saltanat makamının bağımsız ve tehlikeden uzak bulunmasını vicdanî bir emel saymıştır. Müslümanların Halifesi’nin bundan başka bir şey düşünmesi mümkün müdür? Ben şahsen hiçbir şey düşünmem. Hatta zât-ı şâhânenin ağzından işitsem bunun mutlaka zor ve baskı altında söylendiğine hükmederim.”
Neler oluyor yahu?
1920 Nisan’ında Vahdettin kendi ağzıyla, ‘Ben İngilizlerle çalışıyorum, kurtuluş murtuluş umrumda değil, işbirlikçinin tekiyim’ dese bile inanmam, bunun katiyen İngilizlerin silah zoruyla söylediğine hükmederim diyen ve sonradan ihanetinin belgeleri arasında sayılan fetvayı “sânia”, yani iftira ve hile olarak niteleyen Mustafa Kemal Paşa, 1 Kasım 1922’de “şuursuz ve idraksiz bir hain” olarak yaftalayacaktır onu.
Burada kapatayım; çünkü aklıma 1 Mart 1923’teki açık celse konuşmasında Misak-ı Millî’ye karşı çıkanları ‘hain’ ilan eden kişinin bundan sadece bir iki gün önce, 27 Şubat 1923’teki gizli celsede Misak-ı Millî’nin bir harita çizmediğine dair sözleri geliyor ki, dikkat! mayınlı araziye giriyoruz ikazını duyar gibi oluyorum. m.armagan@zaman.com.tr
Sayı:
3
Bölüm:
Aktüel

KERKÜK ve DERiN DEVLET


Mustafa Kemal’den Kerkük’e son mesaj
03 Şubat 2007

Mustafa Kemal’den Kerkük’e son mesaj

* Mustafa Armağan

m.armagan@zaman.com.tr
27 Şubat 1923 tarihli TBMM gizli oturumunda Heyet-i Vekile Reisi, yani Başbakan Rauf [Orbay] Bey, kürsüde boncuk boncuk terler dökmektedir. Özellikle İzmit mebusu Sırrı, Bursa mebusu Operatör Emin, Bitlis mebusu Yusuf Ziya ve Erzurum mebusu Mustafa Durak beyler Musul’un İngiltere’ye bırakılması ve bir sene içinde İngilizlerle bir hal yolu bulunmazsa Cemiyet-i Akvam’a, bugünkü Birleşmiş Milletler’e havale edilmesini Misak-ı Milli’ye aykırı bularak şiddetle eleştirmektedirler. Rauf Bey, kendisi taraftar olmasa da, bir şekilde İsmet Paşa’nın oldu bittisini meclise karşı savunmak zorunda kalmıştır ve asıl bedbahtlığı da burada yatmaktadır: Fikirlerine aykırı da olsa TBMM Hükümeti’nin kararlarını savunacaktır.

O arada salondan Yusuf Ziya Bey’in hiddetli sesi duyulur: “Bir kelimeyle cevap istiyorum: Musul Misak-ı Millî dahilinde mi, değil mi?” Hamidiye Kahramanı Rauf Bey’in cevabı tek kelimeliktir: “Dahilindedir.”
Bu soru işareti, biraz sonra kürsüye çıkacak olan Gazi Mustafa Kemal’in, Misak-ı Milli’de harita ve dolayısıyla sınır olmadığını söylemesiyle tekrar tutuşacaktır. Zira Gazi’ye göre Misak-ı Milli yanlış anlaşılmıştır. O “milletin menfaati” ve Meclis’in “isabet-i nazarı”ndan ibarettir. Dolayısıyla sabit değil, esnek bir kavramdır. Yerine ve zamanına göre yeniden şekillenebilir.


Nitekim kendisi, bu esnek Misak-ı Milli politikasının en çarpıcı örneğini Hatay’da verecek, Hatay, ısrarlı takipleri sonucunda bağımsızlığına kavuşunca insanların aklına, acaba devamı gelecek mi sorusunu düşürecektir. Gerçekten de Atatürk, Misak-ı Milli stratejisinin 1923’de başaramadığını müteakip yıllarda atacağı adımlarla başarmayı planlıyor muydu ve 1932’de Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’teki bir yazısında belirttiği gibi, Misak-ı Milli’nin gizli ajandasında Osmanlı’dan ayrılan Müslüman devletlerin bağımsızlıklarına kavuşması yazılı mıydı? Sanırım bu sorular Kuzey Irak’taki gelişmeler gündemimizde kaldıkça durmaksızın sorulacaktır.


Aşağıda yayınlayacağım Mustafa Kemal’in mektubu, Misak-ı Millici bakışın 1925’in sonlarında bile bölgeye ilgisini kaybetmediğini ve kayıpların kalıcı olarak görülmediğini göstermektedir.

İşte o mektup



Aslında Mustafa Kemal’i daha 1 Mayıs 1920’de, yani TBMM’nin açılışının üzerinden henüz bir hafta geçmişken Meclis kürsüsünden milli sınırımızın İskenderun’un güneyinden doğuya doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi ve Kerkük’ü içine aldığını söylerken görürüz. Nitekim Doğudaki aşiretlerle ilişkilerini iyi tutmaya ve İngilizlerin oyunlarını boşa çıkarmaya çalışmak, bu politikasının bir uzantısıydı. 1 Şubat 1922’ye gelindiğinde Milli Savunma Bakanlığı’na “Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan Musul vilayetinin kurtarılması için Ravenduz bölgesine bir kısım kuvvet gönderilmesi” talimatını verecek, Bakanlık da Binbaşı Özdemir Paşa’yı görevlendirecekti.

Özdemir Paşa operasyonunun İngilizleri şaşkınlığa düşürdüğünü biliyoruz. Bir Türk-Kürt ortak operasyonu olan bu harekât Musul’a varmış, hatta Irak içlerine sarkmaya bile başlamıştır. Aynı günlerde Anadolu’da Yunan kuvvetlerinin İzmir’den “denize dökülmesi”, ayrı bir moral kaynağı olmuştur Özdemir Paşa ve ekibi için.

7 Eylül 1922’de Mareşal Fevzi Çakmak, “Musul’un silahla alınacağı” yolunda bir telgraf çekiyordu Doğu ve El-Cezire komutanlıklarına. Ancak şartlar, kuvvet ve silahlarımızın Batı Cephesine kaydırılmasını gerektirmiş ve Musul’u alma operasyonu gerçekleşememiş, belki de altın bir fırsat kaçırılmıştır.

Ardından Lozan süreci gelmiş ve İsmet Paşa’nın elimizdeki en kuvvetli kart olan Musul meselesini, Mim Kemal Öke’nin “bilerek ya da bilmeyerek (veya bizim anlam veremediğimiz bir sebepten dolayı)” otel odalarında ve İngiltere’yle ikili olarak görüşmeye açması, asla genel kurula getirmemesi, Musul meselesinde bir kırılma noktası teşkil etmişti. İşte bundan sonra yukarıda bir kısmına değindiğimiz Meclis’in direnişini göreceğiz. Ancak bu direniş de işe yaramayacak ve İsmet Paşa, Musul’u İngiltere’ye bırakarak dönecektir Ankara’ya.

30 Ocak 1923 günü Mecliste “Musul vilayeti, Türkiye Devleti’nin milli sınırları dahilindedir” diyen Mustafa Kemal Paşa, bundan 28 gün sonra Musul’u “gayet kolaylıkla alabiliriz” demiştir aynı kürsüden. “Fakat” diye eklemiştir ardından, “Musul’u aldıktan sonra savaşın biteceğinden emin değiliz.” Yani Musul’u almak değil, korumak önemlidir. Alırız almasına ama bedelini ödemeye de hazır olmalıyız.

Zaten İngilizler de karşı harekâta girişmiş ve 8 Nisan’da iki kol halinde sınırlarımıza doğru yürümeye başlamıştır. Bölgede daha fazla kalamayacağını anlayan Özdemir Paşa da arkası kapatıldığı için İran’a geçerek teslim olacak ve Van’dan yeniden Türkiye’ye girecektir. (Bu harekâtın devamına, bu defa 1924 Ağustos’unda İstiklal Savaşı komutanlarından Cafer Tayyar [Eğilmez] Paşa niyetlenecek ancak bu, sadece bir niyet olarak kalacaktır.)

Lozan’da İngiltere’yle bir yıl içinde halledeceğimizi belirttiğimiz Musul meselesi sürüncemede kalmaya devam edince Cemiyet-i Akvam’a intikal etmiş, onlar da bir heyet göndererek yerinde incelemeler yaptırmıştır. Bu arada bölgede halk oylaması isteğimiz de insanların “ilkel” olduğu gerekçesiyle Batılılarca reddedilir. (Yani o zamanlar biz plebisit yapmak istiyorduk, İngilizler karşı çıkıyordu. Şimdi ise biz karşı çıkıyoruz, onlar istiyor.)

Ardından Şeyh Said İsyanı (13 Şubat 1925) patlak verecek ve bastırılsa da, sonuçları Musul’un durumunu doğrudan etkileyecektir. Musul’daki en büyük kozumuz olan Kürtlerin Türkiye’ye katılmak istedikleri tezi, içerideki Kürtlere yönelik bastırma harekâtı ve 1924 Anayasası’nda Kürtçenin yasaklanmasıyla zayıflayacak, dolayısıyla isyan, sonuçta İngilizlerin ekmeğine yağ sürecektir.

Nihayet 23 Temmuz 1925’de Türkiye Cemiyet-i Akvam’a başvurarak Musul’da Arapların aleyhimizdeki faaliyetlerine engel olunmasını istemişse de komisyon bu konuda yetkisiz olduğunu ileri sürmüştür. Bu, adeta son hamledir. Musul üzerindeki projemiz bu tarihten itibaren gözle görülür biçimde sönmeye başlamış, nihayet 7 Haziran 1926’da Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın imzasıyla Musul üzerindeki bütün haklarımızdan, 25 yıl boyunca petrol kârlarından yüzde 10 pay ödenmesi karşılığında vazgeçecektik.

İşte Mustafa Kemal’in aşağıdaki mektubu, 23 Temmuz son hamlesinden bir hafta sonraya rastlar. Türkiye’nin Musul’a veda ederkenki hüzünlü ama yine de ümitvar bakışını yansıtan bu mektupta Misak-ı Milli terimi geçmemekle birlikte Musul ahalisinin ülkemizin ayrılmaz bir parçası olduğu, bir gün kurtulacaklarına olan ümidini koruduğu, mücadeleyi bırakmamaları ifade edilmekte ve kurtuluşun yakın olduğu vurgulanmaktadır.


Musul’daki “din kardeşlerimiz”in kurtuluş güneşinin doğuşunu sabırla beklemelerini de hatırlatan bu ilginç mesajlar yüklü mektup, ilk olarak bundan 35 yıl önce Fethi Tevetoğlu tarafından yayınlanmıştır (Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 10, Kasım 1972, s. 6-7.) Hilafet kaldırıldıktan sonra bile Musul halkına “din kardeşlerimiz” diye hitap edilmiş olması bir başka ilginçliğidir mektubun. Şimdi Seyyid Muhammed Cebbârî ve akrabalarına yazılan ve aslının Kerkük’te Cebbarî ailesinde bulunduğu bildirilen bu mektubu beraberce okuyalım:

Mücahidin-i muhterem sâdâttan Seyyid Muhammed ve akrabalarına,

Memleketin bir cüz’-i lâ-yenfekk’i [ayrılmaz parçası] olan Musul’un ahâlisinin karîben halâs bulacağına [yakında kurtulacaklarına] itikad ve itimad olunarak öteden beri devam eden mücahedâtınızda ber-karar olmanızı selamet ve saadet-i âtiyeniz namına hamiyet-i malumenize terk eylerim.

Türkiye Cumhuriyeti’nin şefkatini ve Musul’un hükümetimize aidiyeti hasebiyle âti-i karîbden [yakın gelecekten] asla kat’-ı ümid etmeyerek [ümit kesmeyerek] zulümlere karşı yüksek bir cidal ile münevver [aydınlık] bir istikbal te’min olunması, din kardeşlerimizin huzur ve saadeti için kıymettardır. Halas günleri karîbdir. Şems-i istihlasın tuluuna [kurtuluş güneşinin doğmasına] sabûrane müterakkib bulunulmasını [sabırla beklenmesini] hatırlatır, Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud’dan cümleye muvaffakiyetler temenni eylerim.
1 Ağustos 1341 (1925)
Sabırla ve ümitle bekleyin, diyor. Neyi? Haziran 1926’da attığımız ve Musul’u İngilizlere teslim ettiğimiz imzayı mı?
Nokta
* Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet, Çeviren: Banu Yalkut, 3. baskı, İstanbul 2004, İletişim Yayınları, s. 402 vd
* Mim Kemal Öke, Kerkük-Musul Dosyası, İstanbul 1991, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları.
* Fethi Tevetoğlu, “Atatürk’ün Musul, Süleymaniye ve Kerkük’le ilgili bir mektubu”, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 10, Kasım 1972, s. 6-7
(Haber7)
Mustafa Armağan her çarşamba günü saat 22.00’de Radyo 7’de yayınlanan Mavi Ada programında okurlar ile buluşuyor…

***
Mustafa Armağan'ın Zaman'daki son yazısını okumak için lütfen tıklayın: http://pazar.zaman.com.tr/?bl=5&hn=288

03 Şubat 2007

Derin Devlet - Jandarma - Terör

G.Kurmay faturayı TGRT'ye kesti
Hrant Dink cinayeti ile ilgili Ogün Samast'ın askerlerle birlikte çekilen görüntülerini yayınlayan TGRT televizyonuna Genelkurmay'dan sert tepki geldi.
03 Şubat 2007 00:20
Yazı boyutunu büyütmek için
Genelkurmay Başkanlığı, ''TGRT'' televizyonunun akreditasyonunu iptal etti. Genelkurmay Başkanlığının basın duyurusunda, ''TGRT Televizyonu'nun Genelkurmay Başkanlığı nezdindeki akreditasyonu iptal edilmiştir'' denildi.